"ALLAH" DEĞİL "ELLAH"
Kimi arkadaşlarımdan paylaşımlarımda neden "Ellah" yazdığımı soranlar var. Doğrusu budur da onun için. Lafzullahın başındaki harf ayn (ع) değil eliftir (ا). Elif de (e) diye okunur. Namazda "Allahü ekber" diyenin ibadeti tehlikeye girebilr. "Elif"i "ayn" şeklinde veya ona yakın bir tarzda "ALLAH" diye okumak ya bu kelimeyi anlamsız kılar veya istifham-ı inkâri ile lafzullaha "Allah mı büyük?" diye tehlikeli bir anlam kazandırabilir. Lütfen dikkat...
İKİ KERE ŞEHÎD OLAN SAHABE NEVFEL (R.A.)
Nevfel (r.a.) soluk soluğa eve koştu. İki oğlunu ve hanımını alıp geldi.
Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çıktı:
“Ya rasulallah! Bir dua etsem âmin der misiniz?”
Peygamber Efendimiz (sav.) tebessüm buyurdu.
Nevfel büyük bir aşkla ellerini açtı :
“Ya rabbi, Nevfel kulunu şehit eyle, çocuklarını yetim, hanımını dul bırak!..”
Bu içli niyaza hanımı ve çocukları da amin, dediler. Nevfel Uhut’ta şehit oldu.
Kâfirler mübarek cesedini parçaladı, tanınmaz hâle soktular.
Hz. Ali (r.a.) anlatır:
“Gazadan sonra Medine’ye dönüyorduk. Şehre yaklaşınca kadınlar ve çocuklar bizi karşılamaya çıktılar.
Allah-ü Teâlâ’nın takdirine razıydılar ama yine de bir ümit, bir merak…
Eşleri, oğulları, babaları dönecek mi bilmiyorlar. Nitekim Nevfel (r.a.)’ın hanımı, çocukları ve ihtiyar anası da önümüze durdular. Büyük bir muhabbetle: “Gazanız mübarek olsun ya rasulallah!” dediler.
Sonra Nevfel’i sordular. Efendimizin (s.a.v.) güzel gözleri nemlendi.
“O şehit oldu” diyemedi. Elleriyle arka tarafı işaret edip yürüdüler.
Efendimizin (s.a.v.) ardından
Hz. Ömer (r.a.) ve Ammar’la birlikte geliyorduk. Nevfel’in hanımı ve çocukları bu kez bize yöneldiler.
Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) vermediği bir haberi biz nasıl verebiliriz?
Aynen onu yaptığı gibi yaptık, elimizle arkayı işaret ettik.
Kafilenin sonunda Ebubekir Sıddık geliyordu. Yanında Muaz bin Cebel, üç beş adım gerisinde de Zübeyir bin Avvam. Gerçekten çok zor durumdaydı.
Onun “arkada” işareti yapmak gibi bir şansı kalmamıştı. Hz. Ebubekir’in ıstırabını anlayabiliyorduk.
Hem doğru konuşmak isterdi hem de rasulullah gibi davranmayı arzulardı. Efendimize (s.a.v.) uymamaktan hepimiz korkardık ama o daha çok korkardı.
Peki yalan?
Hayır, hayır böyle bir şeyi hiç yapmadı ve yapmazdı.
Nevfel`in (r.a.) anası, hanımı ve çocukları Sıddık’ı çevirip halkaladı.
Her biri ayrı tonda:
“Nevfel’e ne oldu?” diye sormaya başladılar.
Ne söylenebilir ki? Sıkıntıya bak!
Hz. Ebubekir gözlerini yumdu ve inlercesine haykırdı.
“Ya Allah! Ya Nevfel!”
Donduk kaldık.
Nasıl bir sessizlik kapladı ortalığı anlatamam. Birden ovayı bir nal sesi doldurdu.
Uzaklardan bir toz bulutu kalktı.
Yayından fırlatılmış bir ok gibi hızla koşan bir at yıldırım hızıyla yaklaştı.
Süvari dizginleri çekip sordu:
“Buyur ya Sıddık!”
Yüzünden peçesini çıkarıp attı.
Aman Allah’ım gelen Hz. Nevfel’di. Daha genç, daha taze, daha nurlu, hem kanlı hem de canlı…
Biraz evvel onu elbiseleriyle gömmedik mi? Üstüne toprak atmadık mı?
Müminler henüz hadisenin şaşkınlığını yaşarken
Cebrail (a.s.) göründü. Efendimize:
“Ya rasulallah! Hak Teâlâ’nın selamı var. Buyurdular ki eğer Hz. Ebubekir bir kere daha Allah deseydi şanım hakkı için bütün şehitleri diriltirdim.
Çünkü Ebubekir kulum cahiliyye devrinde bile yalan söylemedi.”
Hz. Nevfel bundan sonra yıllarca yaşadı.
Nihayet duası kabul oldu ve Yemâme harbinde umduğuna kavuştu, şehadet şerbetini tekrar yudumladı.
Kaynak:
İbn Hacer, el-İṣâbe, III, 577.
Köksal, İslâm Tarihi (Medine), II, 180.
Allah onlardan râzı olsun, bizleri onların yolundan ayırmasın. ÂMÎN.
Âlem-i Misâl Nedir?
Âlem-i misal, her şeyin suret ve hakikatinin geçtiği ve temessül ettiği âlemdir. Tabir-i diğerle; dünya ile ahiret arasında bir âlemdir ki, bu sebeble âlem-i misale, berzah âlemi, kabir âlemi veya sur âlemi de denilmektedir.
Şimdi âlem-i misali, birkaç misal ile zihne takrib etmeye çalışacağız:
Birinci Misal: İhlas ile söylenen اَلْحَمْدُ لِلّهِ kelimesinin her bir harfi, âlem-i misalde birer meyvedar ağaç olarak temessül eder. Bu kelimede on harf bulunduğundan, âlem-i misalde on ağaç olur. Her bir ağaçta en az on meyve bulunur.
İkinci Misal: Gıybet, âlem-i misâlde pis kokulu bir et parçası olarak temessül eder. (Sözler 480)
Üçüncü Misal: Hilekâr bir adam, âlem-i misâlde maymun veya tilki suretinde görünür.
Dördüncü Misal: Kindar adam, âlem-i misâlde yılan suretindedir.
Beşinci Misal: Namus noktasında gayretsiz olan bir insan, âlem-i misalde domuz suretindedir.
Altıncı Misal: Dünyaya karşı çok hırsı bulunan adamın âlem-i misâldeki şekli karıncadır. Zira karıncaya bir sene boyunca, bir iki dane kafi gelirken o, hırs sebebiyle yüzlerce, binlerce daneyi toplar, yığar, fakat yiyemez. Haris adamın helal-haram demeyip mal toplaması, âlem-i misalde karınca şeklinde temessül eder. Bu adam kabre girdiği zaman, kabri karıncalarla dolar ve onu ta’zib ederler.
Yedinci Misal: Namazını tadil-i erkana riayet etmeden kılan bir kişinin âlem-i misâldeki şekli hırsızdır. Çünkü Resul-i Ekrem (a.s.m), hadis-i şeriflerinde en kötü hırsızın, namazından çalan, yani kıraatını, rükuunu, itidalini, secdelerini yerli yerince yapmayan kimse olduğunu açıklamıştır. Bu sırra binaen; Resul-i Ekrem (a.s.m), erkeklerden bey’at alırken “Hırsızlık etmeyin!” diye bey’at almamış. Fakat Kur’an lisanıyla kadınlardan bey’at alırken “Hırsızlık yapmayın!” (Mümtehine 12) diye emretmiş ve bey’atlarını bu şekilde kabul buyurmuştur. Zira ekser kadınlar, namaza gereği gibi ehemmiyet vermemektedirler.
İmam-ı Rabbani bu konuda mealen şöyle buyurmaktadır: “Kadınlar, namazlarında hırsızlık yapıyorlar. Yani namazlarını düzgün kılmıyorlar, tadil-i erkana riayet etmiyorlar. Onun için Resul-i Ekrem (a.s.m), Kur’an lisanıyla onlara başkalarının malını çalmama şartını koşmuş, işarî mana ile kadınlara, namazlarından çalmamalarını emretmiştir.”
Sekizinci Misal: Beş vakit namazını kılan, kebairi terk eden bir mü’min, âlem-i misâlde; içinde azığı bulunan çantası elinde, silâhı omzunda bir asker şeklinde temessül eder. Namazı terk eden, kebairi işleyen bir kimse de âlem-i misalde çantasız ve silahsız bir surette temessül eder. Zira âlem-i misalde namaz çanta suretinde, takva da silah suretinde temessül etmektedir. (Üçüncü Söz)
Ve hakeza her şeyin suret ve hakikati Alem-i Misal’e geçer, kaydedilir.
Evliyaullah, âlem-i misalde eşyanın suret ve hakikatini keşfen görür, fakat ilmen isbat edemezler. Asfiya makamında olanlar ise, âlem-i misalde keşfen gördüklerini, ilham yoluyla ilmen dahi izah ve isbat ederler. Müellif (r.a), asfiya makamında olup eserlerini bu minval üzere kâleme almış ve bu hakikati, 18. Mektup’ta izah etmiştir.
Kur’an-ı Azimu’ş-Şan’da âlem-i misaldeki temessülatla alakalı pek çok misaller mevcuttur. (Bakara / 17, 19, 20, 171, 261, 264, 265 ; Al-i İmran/ 117 ; En’am / 122 ; Yunus / 24 ; Hud / 24 ; İbrahim / 18, 24, 25, 26 ; Nahl / 75, 76 ; Kehf / 45 ; Ankebut / 41 ; Zümer / 29 ; Hadid / 20 gibi) Biz bu misallerden nümune olarak iki misal zikredeceğiz:
Birinci Misal:
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ الَّذى اتَيْنَاهُ ايَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَاَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوينَ وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلكِنَّهُ اَخْلَدَ اِلَىالْاَرْضِ وَاتَّبَعَ هَويهُ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ اِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ اَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Ey Resulüm! Onlara (Yahudilere) o kimsenin (İsrail oğullarından bir alimin) haberini oku ki, kendisine ayetlerimizi vermiştik, onu Tevrat’ın ahkamına vakıf kılmıştık da o, inkar etmek suretiyle o ayetlerin ahkamından tecerrüd etti, soyuldu. Binaenaleyh şeytan onu kovalayıp kendine tabi kıldı. Böylece o kimse, dalalete düşüp helake uğrayanlardan oldu. Eğer dileseydik, elbette o kimseyi bu ayetler sayesinde yükseltirdik, mertebesini yüce kılardık. Fakat o, dünyaya meyletti ve hevasına tabi oldu. İşte onun misali tıpkı köpeğin misali gibidir ki, üzerine varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Ayetlerimizi yalanlayanların hali işte böyledir. Ey Resulüm! Kıssayı anlat. Olur ki gereği gibi düşünürler.”( A’raf 175-176)
İkinci Misal:
مَثَلُ الَّذينَ حُمِّلُوا التَّوْريةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ اَسْفَارًا بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِ اللّهِ وَاللّهُ لَايَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ
“Tevrat’la mükellef tutulup da onunla amel etmeyenlerin misali, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin misali gibidir. Allah’ın ayetlerini tekzib eden kavmin hali ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.”( Cuma 5)
Bu ayet-i kerimelerde Yahudi alimleri; dünyaya meyletmeleri, ehl-i dünyaya dalkavukluk yapmaları, şehvet, şöhret ve menfaat peşinde koşmaları, semen-i kalil olan dünya karşılığında Tevrat’ın ahkamını değiştirmeleri sebebiyle birinci misalde kelbe; ikinci misalde ise eşeğe teşbih edilmiştir. Zira kelb menfaati, eşek ise şehveti temsil eder. Âlem-i misalde bu ahlak-ı zemime sahipleri, kelb ve eşek suretinde temessül ederler.
Kaynak: Semendel Yayınları
Şeâir-i İslâmiyye Nedir? Bunlar Hangileridir?
İslâm hukukuna göre ictimâî hayatın her safhasında, husûsan ilmî, amelî ve edebî sahalarda devlet-i İslamiyenin icrâ ve tatbîk etmekle mükellef olduğu ahkâm-ı İlâhiyyeye “Şeâir-i İslâmiyye” veya “hakáik-ı İslâmiyye” denir. Ahkâm-ı İlâhiyyenin bir kısmı farz-ı ayndır; bununla her Müslüman mükelleftir. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir; bununla da devlet-i İslamiye mükelleftir. Fukahâ-i İslâm’ın tesbît ettiği, devlet-i İslamiyenin tatbîk ve icrâsıyla mükellef olduğu “Şeâir-i İslâmiyye”nin ba’zılarını şöyle sıralayabiliriz:
1) Zekâtın umûmî bir düstûr hâlinde tatbîk edilmesi, zekât vermeyenlere fıkhın ta’yîn ettiği cezânın uygulanması,
2) Namâzın bir düstûr-i umûmî hâline getirilmesi, namâz kılmayanlara mezheblerin ihtilâfına göre cezâlarının verilmesi,
3) Gayr-ı meşrû’ lehviyyâtın yasaklanması,
4) İslâmiyyetin kadınlara verdiği hakların tatbîk edilmesi,
5) Hac kapısının kayıtsız-şartsız açılması. (Ancak dîn-i İslâm’ın müsâade etmediği can ve mal güvenliğinin olmaması gibi- husûslar müstesnâ. )
6) Fâizin yasaklanması,
7) Adâlet sâhibi olanların, yâni kebâiri işlemeyen ve sağâirde ısrâr etmeyen kimselerin idâreye getirilmesi,
8) Hırsızın elinin kesilmesi,
9) Zinâ suçuna, dînin ta’yîn ettiği cezânın tatbîki,
10) Cuma gününün ta’tîl olması,
11) Sünnet-i Seniyyeye muhâlif bütün icrââtların kaldırılması,
12) Herkese lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyenin maârife konulması,
13) İslâm’a dil uzatanların, Kur’ân’ın te’dîbiyle terbiye edilmesi,
14) Alenî oruç yiyenlerin cezâlandırılması,
15) Mîrâs hukúkunun şer’î çerçevede icrâ olunması,
16) Kısâsa kısâs hükümlerinin tatbîki,
17) İçki ve kumarın yasaklanması ve bu günâhların işlendiği yerlerin kapatılması vb…
Bütün bu saydıklarımız, ulemâ-i İslâm’ın ittifâkıyla, “hakáik-ı İslâmiyye ve şeâir-i İslâmiyyeden”dir ve bunlar, şahsî farzlardan, yâni farz-ı aynlardan daha ehemmiyyetlidir. Eğer devlet-i İslamiye, tatbîk ve icrâsı ile mükellef olduğu farz-ı kifâye olan bu emirleri yerine getirirse; bütün ümmet, saâdet-i dâreyni elde edip dünyâ ve âhirette azâb-ı İlâhî’den kurtulurlar. Aksi takdîrde, bütün ümmet Allah katında mes’ûl olur ve saâdet-i dâreynin zarârına hareket etmiş olurlar.
Bediüzzaman Hazretleri “hakáik-ı İslâmiyye ve şeâir-i İslâmiyye” nin ne kadar ehemmiyetli olduğunu şöyle ifade etmektedir:
Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de: Mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara “Şeair-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..”( Mektubat 29. Mektub, 1. Kısım, 8. Nükte, S. 385.)
“اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ
sırrı ile: Kavâid-i Şeriat-ı Garra ve desâtîr-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni îcadlarla o düsturları beğenmemek veyahût hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları îcad etmek, dalâlettir, ateştir.
Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cem’iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem’iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur.” (Lem’alar 11. Lem’a 6. Nükte, S.58.)
“Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.” (Hutbe-i Şamiye Arabi Hutbe-i Şamiye’nin Zeyli, S.79.)
Bediüzzaman Hazretleri 1339 (1920) tarihinde, Meclis-i Meb’usana şeair-i İslamiyenin icra ve tatbiki hususundaki vazifelerini bildirmek maksadıyla şöyle hitab etmiştir:
“Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, Şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler…
Eğer Şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek.
O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Hâlbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder…”
(Mesnevi-i Nuriye, Hubab, Meclis-i Meb’ûsâna Hitab Âşiran S. 86)
Bu zamanda şeair-i İslamiyeyi ihya etmek bütün ümmete farz ve vacibtir. Risale-i Nur talebelerinin vazifesi de haşa bu zamandaki bid’alara tarafdar olmak değil, şeair-i İslamiyenin ihyasına çalışmaktır. Risale-i Nur’un bu zamanda ehemmiyetinin en mühim bir sebebi de budur. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:
“Şu dalalet-âlûd ve sefahet-perver medeniyetin şakirdleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiseler ile müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Hâlbuki her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar vardır.
Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleri ise, bunlara mukabele edip derler ki: “Ey dalalete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz… Zira ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye yüksek sadâlarıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.” ( Mesnevi-i Nuriye, Nurun İlk Kapısı 3. Ders, S.26)
“En mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir.” (Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, S. 60. Divan-ı Harbi Örfi, İki Mektebi Musibetin Şehadatnamesi, S. 32.)
“Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım; zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.” (Tarihçe-i Hayat , İlk Hayatı, S. 53-55. Divan-ı Harbi Örfi, S. 19.)
“Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak, milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terketti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” olan darb-ı mesele mâsadak olacağız. Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı Âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.”
(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, S. 60. Divan-ı Harbi Örfi, İki Mektebi Musibetin Şehadatnamesi, S. 46.)
“Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki; Kur’an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (R.A.) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. (Mektubat, İşarât-ı Gaybiye Bir Takriz, 8. Remiz, S.450.)
Bediüzzaman Said Nursi (r.a) Hazretleri, bid’aların def’i ve şeair-i İslam’ın i’lanı hususunda şöyle dua etmiştir:
آمِنْ فَزَعَناَ بِدَفْعِ الْبِدْعِيّاَتِ الْهاَئِلَاتِ عَنْ شَعَائِرِ الْإِسْلَامِ وَفَرِّجْ قُلُوبَنَا بِاِعْلاَنِ الشَّعاَئِرِ الْاِسْلاَمِيَّةِ عَنْ قَريِبِ الزَّماَنِ
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bütün hayatında mücahede ve mücadelesini dinden tecerrüd etmiş olan devlet, dinden tecerrüd etmiş olan mahkeme, dinden tecerrüd etmiş olan mearif ve dinden tecerrüd etmiş olan medyaya karşı sürdürmüştür. Bu davasından dolayı da yirmi sekiz yıl haps ve sürgüne mahkûm edilmiştir.
Üstad Bediüzzaman (r.a) Hazretleri, bütün hayatında mücahede ve mücadelesini dinden tecerrüd etmiş olan devletlere, dinden tecerrüd etmiş olan mahkeme, dinden tecerrüd etmiş olan mearif ve dinden tecerrüd etmiş olan medyaya karşı sürdürmüştür. Başta Kitabullah’a, sonra Sünnet-i Resulullah’a, sonra İcma-i Ümmet’e, sonra Kıyas-ı Fukaha’ya, sonra üç yüz elli bin tefsire dayanarak bunlarla mücadele etmiştir. Yani O Zat’ın davası mücerred bir dava değildir. Bu davasından dolayı da yirmi sekiz yıl haps ve sürgüne mahkûm edilmiştir. Bu Zat-ı Mücahid, ilmi, ameli ve edebi felsefeyi çürütmüştür. Bu meyanda Risale-i Nur eserlerinden Yirmi Beşinci Söz, On İkinci Söz, Otuzuncu Söz, On Birinci Lem’a, Yirmi İkinci Mektub, Yirmi Dördüncü Lem’a, Yirmi Altıncı Mektub Üçüncü Mebhas gibi eserlerini te’lif etmiştir. Keza asrımızın müceddidi olan bu Zat, bütün hayatında şeair-i İslamiye ve hakaik-i Kur’aniyenin icra ve tatbiki ve ta’limi hususunda mücadele ve mücahade etmiş ve asla taviz vermemiştir.
Kaynak : Semendel Yayınları